Samsun Üniversitesi Düşünce ve Sanat Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (DÜSAM), Öteki Buluşmalar 2021 dizisi kapsamında Dr. Servet Gündoğdu ve Kaan Kurt’un moderatörlüğünde Tanıl Bora’yı ağırladı. Online bir platform üzerinden gerçekleştirilen programda “Siyasi İdeolojiler ve Edebiyat” başlığı altında yaptığı konuşmayla Bora, siyaset ile edebiyat, politika ile estetik, iktidar ile sanat arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkilere yer yer değinen Cereyanlar kitabına dair değerlendirmelerini izleyenlerin dikkatine sundu.
“Bugün büyük ölçüde Cereyanlar adlı Türkiye’de siyasi ideolojiler tarihini ele alan kitabın ekseninde ama sadece ona bağlı kalmadan, yani onun bir tekrarı olmayan bir konuşma yapacağım” diyerek sözlerine başlayan Tanıl Bora, “Türkiye’de siyasi ideolojiler edebiyatta nasıl bir alışveriş içinde oldular? Siyasi ideolojilerin edebiyattaki yansıması, edebiyatın siyasal ideolojileri taşıyıcılığı ve edebiyatımıza baktığımızda siyasi ideoloji ve fikir dünyamız açısından üstünde tartışmaya değer olduğunu düşündüğüm birkaç nokta üzerinde duracağım. Birkaç başlıkla ilerlemek daha pratik olur diye düşündüm. Çünkü Türkiye’de Türkçe edebiyatta, Türk edebiyatında -biliyorsunuz bu terminoloji tercihi de ayrı bir tartışmadır- milli edebiyat diyebileceğimiz ya da inşa dönemi yani Türkiye’nin bir ulus devlet olarak modern bir toplum olarak inşasının yarı resmi diyebileceğimiz edebiyatı bir kere ilk alacağımız külliyat olmalı. Bütün milliyetçiliklerin doğuşunda, bütün ulus devletlerin inşasında edebiyatın hep önemli bir rolü olmuştur. Romantik edebiyat zaten bu tarihsel tecrübe içinden çıkmıştır. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öyledir. Erken cumhuriyet dönemine baktığımız zaman bu dönemin edebiyatının büyük kısmı böyledir, özellikle de popüler edebiyatı bir kenara bırakırsak -ki popüler edebiyatta da kuruluş dönemiyle yeni Türkiye ile ilgili motifleri pekâlâ buluruz-. Bu dönemdeki en güçlü, en kalıcı figürünün Yakup Kadri olduğunu düşünebiliriz” dedi.
“Tarık Buğra muhafazakar bir bakıştan Cumhuriyetin bir okumasını yapar”
“Yakup Kadri ile Reşat Nuri’yi birlikte okumak ilginç olur” diye sözlerine devam eden Bora “Çünkü Yakup Kadri daha adanmış, rejimle daha fazla özdeşleşmiştir. Romanlarında bütün bunlarla doğrudan siyasi bir ilgi ile meşgul olurken, Reşat Nuri’de daha dolaylı bir anlatım görürüz. Burada da sanırım Tarık Buğra adını hatırlamamız lazım. Tarık Buğra, Yakup Kadri’nin ya da onun kadar kalburüstü kalmamış başka yazarların da ele aldığı temaları “cumhuriyetçi” diyebileceğimiz, hatta büyük ölçüde “Kemalist diyebileceğimiz anlatılarına karşı muhafazakar diyebileceğimiz bir bakıştan Cumhuriyetin alternatif bir okumasını yapar romanlarında. Bu Tarık Buğra ile temsil edilen ve onu da aşan edebiyatın, bu kurtuluş ve kuruluş sürecine ilişkin edebiyatın tabii çok önemli bir özelliği bir çeşit hamaset içermesidir. Yani bir kahramanlık anlatısı, ajitasyon, propaganda vardır; insanları bu davaya, bu hikâyeye bağlanmaya çağıran, duygularıyla angaje olmaya çağıran, onların milli hislerini ve cumhuriyet fikriyle ilgili hislerini biraz okşamak ve kabartmak isteyen bir edebiyattır bu. Hamasetten söz etmişken, milliyetçi edebiyatla ilgili birkaç şey söyleyebilirim. Erken cumhuriyet döneminin Türkçülüğünden başlayan ve o çizginin tarihsel dönüşümü içinde seyreden bir edebiyattır bu. Türkçü, milliyetçi olarak tanımladığımız edebiyata baktığımız zaman burada zaten hamaseti, mümeyyiz lokması olduğunu görürüz. Esas olarak büyük ölçüde hamasete bağlı. Yani biraz abartarak, söyleyeyim neredeyse hamasetten ibaret bir edebiyat vardır. Atsız’dan tutalım, Mustafa Necati Sepetçioğlu’na kadar. Kadim Türk tarihi veya Sepetçioğlu söz konusu olduğunda Türk-İslam tarihinin mitolojik ve hamasi bir anlatısı mevcuttur,” dedi.
“İslamcılığın romanda iddialı bir üretimi olmadı”
İslamcılığın edebiyatla ilişkisine dair tespitlerini de aktaran Bora, “İslamcılığın İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili rejime geçişle birlikte başlayan uyanışında edebiyatçıların rolü özellikle fazladır. Onlar içinde de edebiyatçı diyoruz ama şairlerin rolü çok baskın. Kanımca birbirine çok yakın ama dört kuşak şairden söz edebiliriz. Öncelikle kuşkusuz Necip Fazıl, sonra Sezai Karakoç, sonra Mavera dergisini çıkaran Maraşlı şair Zarifoğlu, Özdenörenler, İnanlar ve daha sonraki kuşakta da İsmet Özel. Necip Fazıl’ı düşünürsek, 30’ların sonundan hatta 70’lere kadar Türkiye’de İslamcı düşüncenin birçok dergisi var, yazarı var ama şairler özellikle öne çıkıyorlar. Özellikle Necip Fazıl söz konusu olduğunda bu böyledir. Necip Fazıl’ın şiirleri daha çok marş formundadır aslında. Necip Fazıl şiirlerinden çok düz yazılarıyla etkili olmuştur. Sezai Karakoç’un düz yazısı epeyce didaktik bir düz yazıdır. Nuri Pakdil’i de anmak gerekir. Onlarda mesaj veren bir şiirden çok metafiziğe duygusal yatırım yapan, insanın düşüncesinin ve duygusunun ufkunu metafiziğe doğru açan daha soyut diyebileceğimiz bir şiir görürüz Pakdil’de. İsmet Özel’de de düz yazısıyla şiiri arasında böyle bir fark görürüz. Yani İsmet Özel’in şiiri büyük çoğunlukla kuşkusuz öyle olmayan dizeler görebiliriz ama genellikle açıkça mesaj veren dizeler de görebiliriz, buna rağmen çoğunlukla soyut bir şiirdir. Kendi metafiziği olan soyut bir şiirdir. Düz yazıları daha didaktik ve ajitatiftir. Roman uzun süre İslamcı cenahta etkili ürün verilmeyen bir alan oldu. İslamcılığın şiirde olduğu kadar romanda zirve iddiası taşıyan iddialı bir üretimi olmadı diyebiliriz” dedi.
“Hümanizmle kurulan ilişki sol fikire yönelmenin bir köprüsüydü”
“Sol düşüncenin edebiyatla meselesine gelelim,” diyerek sözlerini sürdüren Bora, birkaç başlık altında birkaç temadan söz etti: “Bunlardan birisi, en az 60’lara kadar belki de daha da uzun bir süre boyunca hümanist edebiyat, dünya edebiyatının klasiklerinin okunması ve genel olarak hümanist diyebileceğimiz düşünce çerçevesine yerleştirebileceğimiz edebiyat vardı. Solun özellikle yasaklı olduğu ve daha baskı altında olduğu dönemlerde bir köprü işlevi gördü bu. Birebir özdeşleştiremeyiz kuşkusuz ama klasikleri okumak, klasik dünya edebiyatını okumak, hümanist edebiyat mirasıyla tanışlık ya da onunla ülfet, Türkiye’de bir süre solculaşmanın ya da sol fikirlerle cilveleşmenin, onlara sempatiye yönelmenin köprüsü işlevi gördü. Hümanist edebiyata dönük daha milliyetçi muhafazakar reaksiyonun onu zaten solculuğa, dinsizliğe, ahlaksızlığa, yabancılaşmaya bir köprü olarak o edebiyatı karalayan söylemin varlığı da tersinden buna katkıda bulundu bence. Bir kere böyle dolaylı bir sol edebiyat ilişkisi vardı.
Onun dışında solda da uzun bir süre insanların sola sempati duymasının, kendini solcu olarak, sosyalist olarak, komünist olarak tanımlamasının ve onun yollarını aramasının kapılarını uzun bir süre edebiyat açtı. Birkaç koldan birkaç sütun anmamız gerekir. Bunlardan birisi herhalde zaten ilk aklınıza kim geliyor desek herkesin aklına gelecek sütun Nazım Hikmet’tir”
“Nâzım Hikmet sosyalist görüşü ajitatif ve didaktik olmadan şiirleştirdi”
“Nazım Hikmet’in şiirinin etkisiyle hem de sanırım dünya görüşü ile estetiğinin gerçekten yüksek kabiliyetiyle, özellikle destanlarını okuduğunuz zaman, işte “Şeyh Bedrettin”i okuduğunuz zaman, “Kuvay-i Milliye”yi, “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı okuduğunuz zaman, sosyalist dünya görüşünü şiirleştiriyor, nazm ediyor.” diyen Bora sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunu çok doğallıkla söyleyen, hem duygulara hitap eden ama hem de bunu ajitatif ve didaktik bir şekilde de yapmayan bir ustalık görürüz hakikaten. Bunun getirdiği muazzam bir etki var muhakkak. Ama bu edebi gücünün ötesinde şöhretinin ve efsanesinin bir etkisi de var. Dünya çapında ünlenmiş bir şair olması, uzun süre hapis yatması, kaçması, etrafındaki tartışmalar ve hakikaten dünya çapındaki ününün etkisi de başlı başına üzerinde bir hale kondurdu, edebi gücünün yanı sıra. Bir başka sütun “toplumcu gerçekçilik” akımıdır. En klasik ve tipik diyebileceğimiz temsilcisi olarak Orhan Kemal’i alabiliriz. Toplumcu gerçekçilikten meşhur Latin Amerika esinli gerçekçilik olarak tabir edilen akıma yaklaşan Yaşar Kemal’i alabiliriz.”
“Aziz Nesin hiciv edebiyatıyla toplumcu gerçekçiliğin bir türünü vermiştir”
“Toplumcu gerçekçilik nedir?” sorusunu soran Bora “Toplumun gerçekliğini romantize etmeden, saklamadan ve tabii toplumun gerçekliği deyince de sol bakış açısından, sosyalist bakış açısından orada görünen çarpıklıkları, çelişkileri, sınıf çelişkilerini, yoksulluğu, insani yozlaşmayı vs. çıplak bir şekilde anlatan edebiyat. Bunun bir alt başlığı olarak da geçici bir süre etkili olmuş, Köy Enstitüsü yazarlarının üreticisi olduğu köy romanlarını da bir alt başlık olarak sayabiliriz. Bir de yine şahıs olarak bir şeyden öte şahsıyla o türü çok güçlü bir şekilde temsil eden bir şahsiyetten daha bahsetmemiz gerekir, o da Aziz Nesin’dir. Aziz Nesin de aynı satirik diyebileceğimiz edebiyatla, hiciv edebiyatıyla toplumcu gerçekçiliğin bir türünü vermiştir aslında. Onun da toplumdaki çelişkileri, özellikle tabii sol bakış açısından eşitsizlikle ilgili toplumsal sömürü ile ilgili gözlemlerini aktardı, devleti ve düzeni hiciv ederek yazdığı öykülerin muazzam bir etkisi oldu. Yani birçok siyasi metinden, dergiden çok daha fazla insanları birkaç kuşak boyunca etkileyen Aziz Nesin edebiyatı da başlı başına anılmaya değerdir,” dedi.
“Atilla İlhan ve Vedat Türkali sol evrendeki tartışmaları içeren romanlar yazdılar”
1990’ların başında sönümlenmiş olan eski Türkiye Komünist Partisi’nin hikâyesini anlatan onun yeraltı tecrübesini anlatan romanlardan da söz eden Tanıl Bora, “Attila İlhan’ın bazı romanları ve Vedat Türkali’nin özellikle bazı romanlarını burada sayabiliriz. Bu da tabii solun tarihiyle ilgili büyük ölçüde öznel bir konu. Çünkü bunları yazanlar sol içinde belirli bir tavra sahip insanlardır. Ama işte o eski solun, yasaklı Türkiye Komünist Partisi’nin hem iç mücadelelerinin hem de başına gelenlerin hikâye edilir, bu açıdan edebiyatımızda ilginç bir türü oluşturur. Bu insanları sola celp etmeye dönük etkisinden ziyade solun kendi aleminde, kendi evrenindeki tartışmaları kaşımak, onları ilgilendirmek bakımından kaydedilmesi gereken bir tür, bir kategoridir,” dedi.
“Toplumcu gerçekçiliğin daha çok modern zamanlara ilişkin bir edebiyat olduğunu biliyoruz” diyerek sözlerine devam eden Bora, Türkiye’nin tarihsel ve toplum yapısıyla ilgili olarak nasıl milliyetçi Türkçü edebiyat eski devirlere ilişkin bir hamaset anlatısı kuruyorsa Türkiye’nin toplumsal yapısının daha eski kökleri, yani Osmanlı berisiyle ilgili edebi denemelerin de solda örnekleri var. Hatta aslına bakarsanız Yaşar Kemal’de bile bunun izlerini görebilirsiniz. Herhangi bir siyasi konumlandırmadan azade olarak başlı başına bir başlık olarak düşünebileceğimiz Kemal Tahir de akla geldiğini belirtti.
“Feminist düşüncenin oluşumunda edebiyatın önemli bir rolü olmuştur”
Kemal Tahir’in Osmanlı toplumuna ilişkin romanlarıyla Türkiye’nin toplumsal yapısına Osmanlı üzerinden Cumhuriyet’e de geldiğini söyleyen Bora “Çok önemsenmesi gereken bir başka başlık da bence feminizmin, feminist düşüncenin ve duyarlılığın oluşumunda edebiyatın rolü. Kastettiğim özel olarak 60’lı ve 70’li yıllarda genç kadın yazarların yaptığı edebiyat. Yani Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil, Sevim Burak, Sevgi Soysal. Hatta bunlarla birlikte anılmasına çok alışık olmadığımız Peride Celal. Sevgi Soysal sanırım burada daha baskın. Feminizm kavramını asla kullanmamakla birlikte, kadınların ezilmişliğini dile getirerek bunu siyasi bir sorun olarak çevirmeye çalışmak için çok çaba gösterdiğini görürüz metinlerinde. Bu yazarların romanlarının önemli bir bölümü özel olanı, ev hayatını, kadının eve öz güvenişini, eve kapatılışı ya da evle özdeşleştirilişini, ev işleriyle özdeşleştirilişini ve onun sesinin çıkmasının pek istenmemesini, özel hayata ilişkin, aşk ilişkilerine ilişkin, kadın erkek ilişkilerine özel hayata ilişkin gözlemleri ile bunu politize ederek anlatırlar romanlarında. Feminist düşünce Türkiye’de 12 Eylül’den sonra adıyla sanıyla gündeme geldi ve hızlandı, güçlendi ve kendini kabul ettirdi,” dedi.
“Azınlık edebiyatı denilince Zaven Biberyan akla gelmeli”
“Modernleşme tecrübesinin ileri safhalarını yani şehirleşmenin kapitalistleşmenin bir “modern şehirli birey” meselesini çoğalttığı ve marjinal olmaktan çıkarttığı dönem sorunlarını ele alan edebiyatı ve onun bazı zı̇rve yazarlarını da hesaba katmak gerekir,” diyerek sözlerini sürdüren Bora, “Aklıma öncelikle Oğuz Atay geliyor. Oğuz Atay’ın biraz gecikmeyle keşfedilmesinden sonra daha da büyük bir gecikmeyle keşfedilen Tanpınar da aklıma geliyor. Yani modernleşme, modern toplum, modern birey meselesinin, Doğu-Batı meselesinin, doğrudan siyasi ideolojilerin, siyasi davaların, siyasi programların ışığı altında değil, bizatihi insani meseleler, beşeri meseleler olarak kurcalandığı romanlardır bunların eserleri. Minör edebiyat kavramını biliyorsunuz, Deleuze’ün meşhur ettiği bir kavram bu. “Azınlık edebiyatı” demek değil. Minör bı̇lı̇yorsunuz küçük tonlu, küçük sesliliği anlatır bize. Aklıma Yusuf Atılgan geliyor, Bilge Karasu geliyor. Minör azınlık anlamına gelmez dedim. Ama bir de “azınlık edebiyatı” var. Geç keşfedilen, yani Türkiye’deki gayrimüslim azınlıkların hayatıyla ilgili. Özellikle Zaven Biberyan gerçekten bir zirve olarak bence anılmayı hak ediyor. İstanbul Ermeni toplumu içinde geçen hikâyeler anlatıyor. Yusuf Atılgan’ı da Orhan Kemal’i de bulabileceğiniz çok güçlü bir yazar. Özellikle Hrant Dink’in katledilmesinin yıldönümünde olduğumuz bir gün Zaven Biberyan’dan özellikle bahsetmek istedim. Bu da tabii başlı başına bizatihi siyasi bir edebiyat, sadece konusuyla, öznesi ile bile siyasi edebiyatın bir başlığıdır,” şeklinde konuştu.
“Siyasi İdeolojiler ve Edebiyat” başlıklı konuşma, dinleyenlerin aktif katılımı, soru ve katkılarıyla sona erdi.