Samsun Üniversitesinde Ömer Lekesiz Söyleşisi

Haberler - 2 yıl önce

Samsun Üniversitesi Yazar-Eleştirmen Ömer Lekesiz’i etkinlik programında ağırladı. Samsun Üniversitesinin düzenlediği “Mekân Deneyimleri” temalı söyleşiye katılan Ömer Lekesiz, etkinlikte kişisel mekân deneyimlerini izleyicilerine aktararak, bilgi ve birikimlerini paylaştı.

Samsun Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi bünyesinde her salı günü düzenlenen ve misafir konuşmacıların mekânlara dair kişisel deneyimlerini katılımcılarla paylaştığı “Mekân Deneyimleri” ders etkinliğinin bu haftaki konuğu Yazar-Eleştirmen Ömer Lekesiz oldu. Moderatörlüğünü Samsun Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dr. Öğr. Üyesi Emin Selçuk Taşar’ın üstlendiği ve çevrimiçi gerçekleştirilen derse, akademisyenler ve çok sayıda öğrenci katılım gösterdi.

“Mimarlık Değerleri Somutlaştırmaktır”

Yazar Ömer Lekesiz konuşmasının başında, mimarlık kavramının salt maddesel yapılar/mekânlar inşa etmek olan bir meslek olarak anlaşılmasından ziyade, düşünce ve değerleri somutlaştırıp görünür kılan bir üst varoluş biçimi olarak tanımlanmasının daha doğru olacağını dile getirdi. Mimari kültürün yüzyıllarca süren şekillenme sürecinin tapınaklar aracılığıyla sağlandığına dikkat çeken Lekesiz;  “Bir cami avlusundan bir sadaka taşı yapmak inceliktir. Sadaka taşının dindeki sadakalaşmaktan ilgili değerden doğmuştur. Buna göre Mimar, dinin ürettiği bir değeri işlevsel bir mimari unsur olarak maddileştirmek suretiyle mekâna yerleştirmiş ve bir farklılık doğurmuş olur. Mimari işlev ile değer üretiminin kol kola ilerler. Madde ile mana arasındaki ayrılık yerini uyum ve sükûnete bırakır.” açıklamasında bulundu.

“Semerkant Devasa Bir Nekropolistir”

Ardından Özbekistan ve Semerkant’ın tarihi, coğrafi konumu, nüfus, etnik ve kültürel yapısına ilişkin çeşitli tarihsel bilgiler veren Lekesiz, Semerkant’ın en parlak döneminin Timur’un Semerkant’ı kendisine Başkent olarak seçmesi ve çeşitli bölgelerden âlim ve sanatkârları burada toplamasıyla yaşandığını belirtti. Lekesiz, Semerkant’ın Türk tarihi için önemini ise şu sözlerle anlattı: “Bugün itibariyle adların üstünden kimliğinizi ifade ve zihniyetimizi beyan ettiğimiz nispeleri Semerkant, Taşkendi, Buhari, Maturidi, Nesefi, Fergani olan yüzlerce ulema, fukaha, müfessir, bilim adamı ve mutasavvıf. Çok büyük bir bölümüyle bu diyarda yaşamış ve ebedi istirahate da burada çekilmişlerdir. Bu sebeple ki Semerkant Özbekistan’ın diğer şehirleri içinde geçerli olduğu gibi tarihimiz ve ilmimiz bakımından devasa bir nekropolistir.”

“Mimari Kültür Anıt İle Gündelik Hayatı Dengeler”

Semerkant inşa edilen önemli tarihsel mekânlardan çeşitli örnekler veren Ömer Lekesiz, mimari kültürün görkemli anıtlarının, insan imgeleminden ürettiği ezici üstünlük düşüncesini, gündelik hayatın koşuşturması ile dengelemek gibi bir işlevselliği yerine getirdiğini dile getirdi. Lekesiz, daha sonra kendi mekân deneyim sürecinde önemli bir yer tutan, kişisel hikâyesinde kendisine manevi sığınak olup, tinsel derinlik kazanmasına yardımcı olan Şah-ı Zinde yolculuğuna dair duygu ve düşüncelerini katılımcılara şu cümlelerle aktardı: “Şah-ı Zinde Külliyesi’nin Taç Kapısı Timur’un torunu Uluğ Bey tarafından yaptırılmıştır. Besmele çektim. Önümde birkaç basamaktan oluşan merdivenleri çıktım ve sol tarafımdaki evi gördüğümde ancak dünyada olduğumu fark edebildim. Evi buldum ya. Sükûneti de bulmuş oldum aynı zamanda. Çünkü ev koruyucudur. Dışa karşı son bir kapamadır. Dışarıdaki hareketlerin gürültüden ve telaştan sıyrılıp boşluktan elde edilmiş bir işlevsel boşlukta dünyayı boşlamaktır. Dünyada olmam yeterli değildi benim için ancak kendi kabuğunda yani evimde kuracağım dünyalara mekân olabilecek dünyasallığımı salt benim için benim adıma bana mahsus olarak kapatacak mahremiyetimi üretecek bir ev rahatlığı gerekiyordu. Öte yandan ev hayatta olmak demektir. Mezarlıklar beldesinde bir evi olmak ya da bir evi kendi eviymiş gibi benimseyebilmek. Ölüm ile hayat arasında o kapatılması mümkün olmayan yarığı diğer bir söyleyişle, gerilimi düşürmek demektir. Önümde türbeler yükseliyor, evet. Ama ben şimdiki anda hayatta olan biri olduğuma göre demek ki varlığımı ölüme yatırmıyorum. Bilakis yaşayan biri olarak ölümü sürmekte olan hayatımın içine yatırıyorum. Deyim yerindeyse hayatım da ölümü emiyorum. Böylece ev bana birilerinin öldüğünü ve ondan doğan boşluğu bu evde yeni doğan birinin doldurduğunu söylüyor. Ben hangi ölünün açtığı boşluğu kapatıyorum? Bilmiyorum ama ev benini dışa kapatan olarak hem hayal planında hem de fizik planında beni sürekli olarak yeni zamana doğuruyor.”

“Dünya Evine Bir Dünya Kapısından Girilir”

Şah-ı Zinde Külliyesini gezerken ruhunda uyanan şaşkınlık duygularını, Mevlana’nın bir hikâyesinde kullandığı metaforlar aracılığıyla dile getirmeye çalışan Lekesiz, “Hangisi asıl hangisi gerçek? İşte Şahı Zinde’nin beni içine çeken duyguların, düşüncelerin dolmasına zemin hazırlayan ilk hakikatlerden bir tanesi bu. Hangisi ayna, hangisi gerçek? Ayna mı gerçek? Gerçek mi ayna Şahı Zinde’yi nadide bir esere dönüştüren sır sanıyorum buradaydı. Burada her türbe kendi ikizini selamlıyor ve her kapı bir diğerine açılıyordu. Kapı açmak bir meçhule veya sırra yürüye durmaktır. Bu yüzden tüm merdivenler bir kapıya çıkar. Ve o kapı daima idrak sahibine yeni bir dünya ya da dünyasallık sunar. Çünkü doğmaklar kapıdan başlar ilk yürümekler kapıdan kapıyı gerçekleşmekle uzar. Annenin kokusunu getirecek ve ona eriştirecek olan tek şey kapıdır. Dünya evine bir gönlün kapısından girilir ve o kapının adı açıktır, sevgidir.” diye konuştu.

“Kusem bin Abbas’ın Sandukası”

Yazar Lekesiz, Kusem bin Abbas’ın sandukasının bulunduğu odadaki duygularını ise şu ifadelerle aktardı: “Burası edep odası ki 1 metre tabandan yükseklikten itibaren tavanın en üst noktasına kadar mukarnaslarla bütün tavanı kaplayan kubbeye doğru uzanan muhteşem bir prensip ve tezinata sahip olan odalardan bir tanesi. Dolayısıyla buraya girmiş olmakla zaten siz aynı zamanda bir renkler dünyasına bir dünyalar dünyasına da geçiş yapmış oluyorsunuz. Mavi turkuaz ağırlıklı çini. Ama turkuazdan ibaret değil. Son derece özenle yapılmış. Son derece göz algısına ki güzellik dediğimiz şey gözün nesneyle kurduğu mesafeyle ortaya çıkan orantının ta kendisidir. İlk bakışta güzel diyebileceğimiz bir yer. Kusem bin Abbas bir şehit. Hazreti Kusem’in sandukasının bulunduğu yerin kapısı kapalı. Aslında kapalı olan bir şey ardında bir şey olduğunu da haber verir. Yani aslında örten şey örttüğü şeyin muhbiridir. Her örtü örttüğünün münadisidir. Çok düz bir söyleyişle söyleyecek olsam bile gündelik hayatımız açısından söylüyorum bunu. Mesela tesettür dediğimiz şey aynı zamanda bir gösterendir. Bir şeyi sakladığı için o tesettürdür. Saklamıyoruz da tesettür olmasına gerek kalmaz. Dolayısıyla örten şey örttüğünü açık eden şeydir daha İslam metafiziğinden konuşacak olursak mesela tasavvufta Allah ile insan arasında yetmiş bin perdenin olduğundan söz edilir. Her perde aynı zamanda arkasında bir şeyin varlığına işaret etmekte olduğuna göre, demek ki insanın önüne açılan yetmiş bin perde insanın yetmiş bin yoldan Allah’ın varlığını düşünebileceğine dair büyük bir delil oluşturur. Hâsılı, perde bir şeyi kapatmak değil. Perde kapatılan bir şeyi açılmaya hazır duruyor olmaktır. Ontolojik bir haktır. Perdeli olmak, örtülü olmak, örtünmek ontolojik bir hakkıdır bu yanıyla. O halde bu paradoks içerisinde bir tercihte bulunmak şuna ya da buna saplanmak değil, olgunun kendisini kabullenmek ve üstlenmek ve taşıyıcısı olmak gerekir diye düşünüyorum. Bu nedenle Kusem bin Abbas’ın odasının kapısını bize açmalarını rica ettik. Onlar da orayı bize açtılar. Evet örtüden bahsettiğime göre artık sandukanın da bir örtü olduğunu herhalde söylememe gerek yok. Sanduka bir mezar formunda ya da ona benzer bir formda nasıl olursa olsun her durumda, altında bir şey sakladığına karinedir. Yani bir şeyi sakladığına dair mukbirdir ya da münadidir. Bu sanduka diyor ki yapılış tarzıyla bu tezyinatla, bu katlamalı örneğiyle ben benim içimde bir değeri nüfuz ediyorum. Ben çok değerli birinin zarfı olduğum için mazrufumun değeri nedeniyle de benim mazrufum değerli olmuş oluyor. Yani şu eğer bu sandukanın içinde Kusem bin Abbas olacaksa sandukanın da bu kadar özenli olması gerekiyor. 

“Mimaride Tevhit Şah-ı Zinde’dir”

Yazar Ömer Lekesiz sözlerini şöyle sonlandırdı: “Kusem bin Abbas aynı zamanda Resulullah’ın akrabası olması, aynı zamanda Hazreti Hüseyin gibi bir ulu şehrin sütkardeşi olmasıyla bizi mananın doğrudan içine çeker. Ve dolayısıyla buradaki tevhit sahici manada olmak suretiyle İslam sanatına karakterini veren tevhidin son örneklerinden biri olarak ortaya çıkmış olabilir. Mimaride tevhit dediğimiz şey Şah-ı Zinde esasında. Bir şehidin mezarından ibarettir ve herkes o şehidin mezarına çıkılan yolda önünden geçilen, üstüne basılan biri olmaya can atmıştır. Çünkü hepsinin bir tek derdi vardır. Bir tevhitte buluşmak, o tevhide erişmek ve bunu da Cenab-ı Hakk’a canını feda etmek suretiyle ortaya koymuş, birinin adı altında yapmak. Burada söylenecek en son şey. Tevhitten sonra ne var? Diye sorabilirsiniz. Tevhit mimaride zirvedir. Ve bu zirvenin bir tek zirvesi vardır. Yeryüzünde hiçbir şey baki değildir. Baki olan sadece Allah’tır.

Program, Ömer Lekesiz’in konuşmasının ardından katılımcılardan gelen soruların yanıtlanmasıyla sona erdi.

Öğrenci Destek