Samsun Üniversitesi Düşünce ve Sanat Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (DÜSAM), Öteki Buluşmalar 2020 Güz Dönemi kapsamında Arş. Gör. Kaan Kurt’un moderatörlüğünde yazar Doç. Dr. Yalçın Armağan’ı ağırladı. Online bir platform üzerinden gerçekleştirilen programda “Kanonun İnşasında Yayıncının Rolü” başlığı altında Armağan, konuyu teorik çerçeve, Türkiye’de kanonun ve yayıncılığın tarihi ve kanonu belirleyen yayıncılar olmak üzere 15’er dakikalık üç bölüm halinde izleyenlerin dikkatine sundu.
Konuşmasının teorik çerçevesini kuracağını söyleyerek sözlerine başlayan Armağan, “Konuşmaya başlarken öncelikle kendi teorik çerçevemi kurmak istiyorum. Bugün belki başlığı gördüğü zaman pek çok kişinin aklına takılanlardan birisi de kanonun inşasında yayıncılığın, yayıncının rolünün edebiyatla ilgili bir konu olup olmadığıdır. Yayıncı meselesi çoğu zaman edebiyatın dışında sayılan bir konu. Özellikle de daha geleneksel edebiyatçılar açısından bakıldığı zaman, yayıncıdan bahsetmiş olmak pek edebiyatla ilgili bir şey değil. O yüzden de zaten edebiyat tarihlerinde genelde yayıncıların adına rastlanmıyor. Şimdi “niye böyle” diye sorarak başlamak istiyorum ki bu da teorik çerçeveyi gösterecek. Bu noktada da edebiyatın içi ve dışı meselesinin üzerine konuşmak gerekiyor. Ne edebiyatın içindedir, ne edebiyatın dışındadır? Edebiyat teorisindeki tartışmaların önemli bir kısmı da zaten bunun üzerine kurulu. Neyi edebiyatın içine dâhil edeceğiz? Neyi de etmeyeceğiz? Çok kaba biçimde edebiyat teorisinin tarihine baktığımızda üçlü bir ilerlemenin olduğunu söylemek mümkün. Yazarın daha merkezde olduğu, 19. yüzyılda daha geçerli olan edebiyat teorileri, metnin merkezde olduğu, özellikle de 1920’lerden itibaren yaygınlık kazanan metin merkezli edebiyat teorileri ve 60’lardan sonra daha yaygın hâle gelen okur merkezli edebiyat teorileri ve bu edebiyatın içi dışı meselesi de hep bu süreçte belirlenmiş gibi görünüyor. Ve asıl olarak aslında edebiyat teorisi dendiği zaman ya da bugünkü edebiyat söyleminin inşası bağlamında bakıldığında metin merkezliliğin çok belirleyici olduğunu görüyoruz. 19’uncu yüzyılda daha yazar merkezli bir edebiyat eleştirisi anlayışı var. Burada da yazarın niyetini ortaya koymaya çalışıyor ya da o toplumsal bağlama daha fazla bakılıyor. Yeni eleştirinin popülerleştiği zaman ise metin merkezli bir edebiyat eleştirisi var ve bununla birlikte edebiyatın iç meselesinin çok daha dar hâle geldiğini, pek çok şeyin edebiyatın dışında bırakıldığını görüyoruz,” dedi.
“Metin merkezlilikte metin ve estetik tarih dışılaştırılarak geçerli kılınmaya çalışılıyor”
Niyet yanılgısı kavramını açıklayıp sözlerini sürdüren Doç. Dr. Armağan, “Metin merkezli edebiyat teorileri baskın olduktan sonra metin kendi başına bir varlık olarak kabul edildi ve bunu kabul ettiğiniz andan itibaren de metnin herhangi bir toplumsal bağlamı veya kim tarafından yayınlandığı hatta kim tarafından yazıldığı bile çok önemli olmamaya başladı. Bu metni tam merkeze alan ve metnin dışındaki her şeyi edebiyat dışı sayan bir anlayış. Şunun altını çizmek lazım: Yani bizim için mesela edebiyat dediğimiz zaman yazar ve metin neredeyse özdeştir. Ama yeni eleştiri metnin dışındaki bütün bağlamlardan metni kurtarmak için yazardan bile metni kurtarmaya çalışıyor. Ve bu noktada geliştirdiği kavramlardan birisi de bu “niyet yanılgısı” diye Türkçeye çevirdiğimiz kavram. Yani yazarın bir metni kurgularken, yazarken ne düşündüğünün benim için hiçbir önemi yok. Ben yalnızca metne bakarım. Bu yalnızca metne bakma meselesi edebiyatın yalnızca metinden ibaret olduğu fikrini de beraberinde getiriyor. Dediğim gibi yazardan bile kurtararak bir metin bilimi inşa ediyor. O nedenle de Terry Eagleton edebiyat kuramının girişinde edebiyat kuramı için uygun bir an ararsanız o 1917 yılıdır der. İşte şimdi eskinin Rus biçimcilerinden Shklovsky’nin “bir teknik olarak sanat” yazısını yazdığı tarihtir bu tarih diyor. Eleştiriye baktığımızda da metni kendi başına yeterli bir makine gibi gördüklerini anlıyoruz. Kendi kendini işleyen, kuralları olan bir yapı olarak tasarladıklarını görüyoruz ki bunun sonuçlarından birisi bugünkü konuşmanın bağlamında çok önemli. Edebi metni tarih dışı biçimde estetik olarak kıymetli bulan bir anlayış ortaya çıkıyor. Yani bir metnin hangi tarihte yazıldığı, hangi yazar tarafından yazıldığı ya da hangi yayıncının onu tercih ettiği hiçbir biçimde önemli değil. “Biz yalnızca metnin kendisine bakacağız”. Metin merkezlilikte metin ve estetik tarih dışılaştırılarak geçerli kılınmaya çalışılıyor. Konuşmanın başında “kavga en çok işte buradan çıkıyor” derken, edebiyatın içi dışı meselesinde de gerçekten de edebiyat teorisinde metin merkezli işlerin karşısındaki teorilere baktığımızda özellikle Marksist teoriye baktığımız zaman bu tarih dışılaştırmaya karşı çıkıldığını görüyoruz,” dedi.
Her yapıtın tarihsel bir bağlamı olduğundan söz eden Armağan, “Yazarın ideolojisi bir biçimde metne yansıyor ama yeni eleştiri mesela bununla ilgilenmiyordu. Metnin kendi içinde kendi bünyesinde var olan estetik kıymeti olduğunu düşünüyor. Estetik kıymeti açığa çıkarmaya çalışıyor, estetiği tarihselleştirmiyor, bağlamını ortaya koymuyor. Yeni eleştirinin ya da Rus biçimcilerin metin merkezli eleştirilerinin şu soruya verdiği cevaba bakalım. Yani biz yüzyıllar önce yazılmış metinleri bugün de okumaya devam ediyoruz. Nasıl oluyor da yüzyıllar boyunca yazılmış metinleri bugün hâlâ okumaya devam ediyoruz? Bu bize çok olağan gelir. Antik Yunan’da yazılmış bir metni de bugün okuyoruz ve bundan da estetik keyif alıyoruz. Baktığınız zaman hiçbir ortak noktamız yok. Toplumsal bağlam tamamen değişmiş durumda. Şimdi metin merkezliliğin buna verdiği cevap. “Metnin bünyesinde kendine içkin biçimde estetik kıymet olduğu için o estetik kıymet zamana direniyor, yüzyılları aşıyor ve bize geliyor” diyor. Bunu söylediğimiz andan itibaren yapıtın toplumsal bağlamıyla hiçbir biçimde ilgilenmeniz gerekmiyor. Türkiye’de çok yaygın biçimde kabul gören bir anlayış, bana kalırsa akademide çok yaygın biçimde kabul gören bir anlayış bu ve yanlış. Edebi metnin zamana direnerek bugüne geldiği meselesi. Bu anlayış yeni eleştirinin metin merkezliliğin tarih dışılaştırılması sayesinde imkânlı hâle getirilen bir anlayış gibi görülüyor,” dedi.
“Bu yapıtlar zamana direndikleri için, kendi bünyelerinde estetik kıymetlerini taşıdıkları için değil de seçildikleri birtakım kurumlarla sonraya iletildikleri için de bugün hâlâ okunuyorlar”.
Edebiyat dışı sayılan şeylere bakıldığında aslında meselenin hiç de öyle olmadığının görüldüğünü söyleyen Armağan, “Onu göstermeye çalışacağım. Çünkü yani bu yapıtlar zamana direndikleri için, kendi bünyelerinde estetik kıymetlerini taşıdıkları için değil de seçildikleri birtakım kurumlarla sonraya iletildikleri için de bugün hâlâ okunuyorlar. Yani şahsen ben hiçbir edebi metnin kendi bünyesinde estetik kıymetini barındırdığını düşünmüyorum. İşte en ünlü örnek olarak Shakespeare gelmiş geçmiş en iyi oyun yazarı olduğu için bugün okunuyor değil. Shakespeare yüzyıllar içinde birtakım kurumlar yoluyla defalarca aktarıldığı için bugün hâlâ okunmaya devam ediliyor. Bu noktada da aslında benim bakış açım daha edebiyat dışı denen şey, işte o metin merkezliliğin dışında “nasıl oluyor da bu yapıtlar bugüne geliyor” sorusunda gizli. Metnin dışındaki diğer failleri görmeye odaklanıyor. Bu noktada yapacağım konuşmanın temeli aslında büyük oranda edebiyat sosyolojisine dayanıyor. Çünkü edebiyat sosyolojisi metnin kendisine bakmak yerine metni çevreleyen toplumsal bağlama bakmayı tercih ediyor. Benim de teorik çerçevemde özellikle üç teorisyen ve üç kavram daha belirleyici. Pierre Bourdieu’nun alan kavramı, Peter Bürger’in sanat kurumu kavramı ve Becker’ın sanat dünyaları kavramı. Bu üç kavramda sosyolojinin genel olarak bakışı, sanat metinlerinin, sanat yapıtlarının hep bir toplumsal bağlamla anlaşılabileceği yönünde. Yani bir metin tek başına var olamaz. Bir sürü fail var. İşte bir alan var mesela. Bourdieu’ya baktığımız zaman bir sürü ilişkisellik var, bu ilişkiselliğin içinde bu yapıtın ortaya çıktığını görüyoruz. Benzer biçimde Peter Bürger’de sanat kurumu dediğimiz şeyin bir dönemdeki hakim fikirler ve dağıtım aygıtları tarafından belirlendiğini söyleyen birtakım konvansiyon oluşuyor. Onların üzerinden de mesela biz iyi edebiyatın ne olduğunu belirliyoruz ve bu konvansiyonlar da aslında sürekli değişiyor. 19’uncu yüzyılda iyi edebiyatın tanımı daha başka bir şeydir. Yirminci yüzyılda daha başka bir şeydir. Yani yeni eleştirinin ya da metin merkezliliğin tarih dışı biçimde estetiğin hep aynı ölçütlerle devrede olduğu fikrinin tam tersi biçimde aslında konvansiyonların sürekli değiştiğini görüyoruz,” dedi.
“Yayıncıların seçtiği metinler konvansiyonu, belli bir dönemdeki edebiyat anlayışını belirler, o nedenle de kitapları kimin yayınladığı çok önemlidir”.
Edebiyat sosyolojisi ile ilgili de bilgiler veren Armağan, “Edebiyat sosyolojisi de bir metnin toplum içindeki dolaşımına büyük oranda bakmaya çalışıyor. Bu noktada üretim, dağıtım ve kabul süreçlerine odaklanıyor. Bu da yani metin. Gördüğünüz gibi bir biçimde merkezde dil ve edebiyat işi sayılan pek çok şey aslında konuşulmaya da başlanıyor. Mesela yazarın hangi sınıftan geldiği, üretim sürecine baktığımız zaman önemli hâle geliyor. Ama merkez bir bakış açısında yazarın hangi sınıftan geldiğinin hiçbir önemi yoktur. Benzer biçimde bir metnin hangi yayıncı tarafından yayınlandığı edebiyat sosyolojisi açısından çok önemlidir. Çünkü belli dönemlerde daha itibarlı yayıncılar var. Yayıncıların seçtiği metinler konvansiyonu belli bir dönemdeki edebiyat anlayışını belirler, o nedenle de kitapları kimin yayınladığı çok önemlidir. Dağıtım meselelerinin önemini kazandığı noktalardan birisi bu, bir de onun ötesinde işte bugün konuşacağımız şey birtakım kabul mekanizmaları sonunda edebi metin aslında yerleşik hâle geliyor. Metin merkezlilik hangi kabul mekanizmalarıyla metnin yerleşik hâle geldiği ile ilgilenmiyor. Ama sizin ders kitabında seçilip seçilmediğiniz de önemli. Hangi dergide metnin yayınlanıp yayınlanmadığı gibi konular, yani kabul süreçleri kanonik olma sürecinizi de aslında doğrudan belirliyor. Artık yok ama bir süre öncesinde olan 100 temel eser diye bir şey vardı mesela bu ülkede. 100 temel eserin içine nasıl giriyorsunuz? Niye giriyorsunuz ve girdiğiniz zaman ne oluyor? Bunların hepsi edebiyat sosyolojisinin doğrudan konusuna giriyor. Genel teorik çerçeve bu olacak, metin merkezli değil, daha edebiyat sosyolojisi merkezli,” dedi.
“Kanonik saydığımız metinler otorite kazanmış metinlerdir”
Bugün önerilen ve dile getirilen pek çok yargıya baktığımız zaman bütün merkezlerin aslında inşa ettiği kavramlar üzerinden olduğunu söyleyen Armağan, “Benim bu yaklaşımım biraz daha farklı olacak. Şimdi bu teorik çerçeve bağlamında kanonun ne olduğu üzerine birkaç şey söylemek istiyorum. Orta Çağ’da özellikle Hıristiyan dünyası açısından geliştirilmiş bir kavram ve dini bir kavram. Kanon dediğimiz şey Hristiyanlık açısından okunması makbul bulunan metinler toplamı demek. Ama sekülerleşme ile birlikte bunun değiştiğini görüyoruz. Bugün bizim kullandığımız anlamda kanon seküler dünyanın bir kavramı hâline gelmiş durumda. Burada da artık edebiyat bağlamında bakıldığı zaman belli bir ulusal dildeki okunması gereken yapıtların toplamı biçiminde tanımlanabilir. En basit biçimde bu noktada da üzerinde özellikle durulması gereken birkaç nokta var. Onlardan birisi de milli kimliğin inşası olmadan kanondan bahsetmek mümkün değil. Çünkü edebi kanonlar bir ulusal köken kurma amacıyla inşa edilmiş kurumlar. Yani bunun birtakım siyasal nedenleri de var elbette. Egemenliğin kaynağının daha beşeri olmaya başlamasıyla birlikte beşeri kitaplar listesi kurulmaya çalışılıyor. Bir ulusun kendi geçmişini görebileceği yapıtlar aracılığıyla toplum kurulmaya çalışılıyor. O noktada da kanonun devreye girdiğini görüyoruz. İşte en sık verilen örneklerden birisi mesela bugünkü İtalyancanın kökeni Dante’nin metinleri. O metinleri yazdığı zaman Orta Çağ’da Latince aslında yazı dili idi. Ama yerel dilleri kullanmaya başladı ve sonrasında köken o olduğu için bugünkü İtalyanca hâline geldi. Böyle bir köken kurma arzusundan geldiğini görüyoruz. Bir de onun dışında kanonik saydığımız metinler otorite kazanmış metinler. O dilin en iyi metinlerinin estetik açıdan en kıymetli olan metinlerinin seçildiği kabul ediliyor ki bu her zaman doğru değil. Bizim edebiyatımıza baktığımız zaman çok açık biçimde görürüz. Mesela bugün Namık Kemal kanonik bir yazardır ama bana kalırsa estetik kıymeti tartışılır” şeklinde konuştu.