Kültür, sağlık, spor, eğitim ve diğer alanlarda gerçekleştirdiği çeşitli projelerle içinde yaşadığı şehre, Samsun’a vefa borcunu ödemeye çalışan, modern sanayi ile Anadolu ahlakını en güzel şekilde harmanlayan, sanayinin sadece güzelliklerine değil kiri, pası ve çamuruna da talip olan, Allah’a “Verdiğin parayla başkalarına yardımcı olamayacaksam bana para verme” şeklinde dua etme inceliği gösteren, şehrimizin acı kaybı Cemal Yeşilyurt ile Samsun Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Servet Gündoğdu ve Ondokuz Mayıs Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Atiye Gülfer Gündoğdu’nun 2014 yılında gerçekleştirdikleri söyleşiyi paylaşıyoruz. Sizinle yapılan çeşitli söyleşileri okuduğumuz zaman, ticaretle ilgilenen sıradan bir işadamından ziyade ruhu ve onuru olan bir sanayi ahlakına sahip, renkli, nevi şahsına münhasır bir portreyle karşılaşıyoruz. Sizinle yapmak istediğimiz bu söyleşiyi de bu nevi şahsına münhasır kişiliğiniz üzerine kurmak istiyoruz.
Güzel sözleriniz için teşekkür ediyorum. Ben özverili olmayı açık olmayı, yardımlaşmayı çok seviyorum. Ben 1938 doğumluyum. Anam derdi ki Cemal, Atatürk öldüğünde sen iki aylıktın. Bu tarih bile, benim Türkiye’ye karşı bakışımı biraz daha mesuliyetli bir hale getirmemi sağladı. Atatürk’ün gençliğe hitabesini okuduğum zaman “Ey Türk Gençliği” diye başlayarak, kendi kendime derdim ki “Cemal, işte bu gençlerden bir tanesi de sensin. Atatürk ölürken sen dünyaya yeni geldin. Türkiye’nin emanet edildiği gençlerden birisi de sensin. Bu yüzden biraz daha özverili olmaya çalışıyorum. Biraz da Karadenizli olmakla ilgili bir durum sanki bu. Biz biraz daha milletperver, biraz daha vatanperveriz, biraz daha heyecanlı. Biz savaştan kaçanlardan değil, savaşa girmeye çalışanlardanız. Benim gizli saklı bir şeyim yoktur. Ofluyum diyorum, köylü çocuğuyum diyorum, şoförlük yaptım diyorum. Kravat takıp zengin olmakla, bunları gizlemeyi doğru bulmuyorum. Bana “şoför parçası” derler diye de herhangi bir korkum yok, çünkü ben şoför parçası olmayı seviyorum. Çünkü ben hayatı orda öğrendim. Türkçeyi şoförlükte kavradım. Bütçeleri de. Aldığım paraların hepsini insanlardan aldım. Herkesi dinledim. Bazılarından ibret aldım, bazılarından nefret duydum, bazılarından örnek aldım. Örnekleri içimde sakladım. Nefretleri bir kenara attım. Benim yaptığım yalnızca budur.
İşadamlarına, sermaye sahiplerine çeşitli tavsiyelerde bulunurken tüccarlığın da işlerinin bir parçası olması gerektiğini ancak asıl önem vermeleri gereken şeyin sanayi olduğunu söylüyorsunuz. Ve ekliyorsunuz “parayı da, onuru da, hizmeti de orada bulacaklar.” Bu “tüccarlık” ve “onurlu sanayi” şeklindeki isabetli ayrımınızı açmak ister misiniz? Ve sizce işadamları bu ince ancak oldukça anlamlı olan ayrımın farkındalar mı?
Evet, benim “onurlu bir sanayi” anlayışım vardır. Aslına bakarsanız, onurlu olabilmek, onurlu yaşayabilmek insanın hayatının bütününde olan bir şeydir. Sadece Cemal Yeşilyurt’un sanayi anlayışına tahsis edilebilecek bir şey değildir. Ama bazıları yaptıkları işi anlatırken buna hiç değinme ihtiyacı duymazlar. Veyahut onlara soru soran kişiler sizin bana sorduğunuz gibi böyle bir soruyu kendilerine yöneltmediğinden hiçbir zaman o kişilerden sormadıkları bu sorunun cevabını dinleme fırsatını yakalayamazlar. Dolayısıyla siz de bunu göremezsiniz. Onurlu yaşamak kadar güzel bir şey var mı? Diğer taraftan benim söylediklerim yalnızca sözde kalmıyor, hayatın içerisine de işliyor. Bazılarının ağzı çok laf yapar, çok güzel şeyler söylerler. Ama söylediklerinin hiçbirini hayatlarında bulamazsınız. Ama ben öyle değilim. Kısacası, ben onurlu sanayi derken özel kişiliğimi ortaya koymuyorum. Bana göre herkeste olması gereken özel kişilikleri ortaya koyuyorum yalnızca.
Ama bunların size bizzat soru olarak soruluyor olması diğerlerinden farklı olmanızın en açık göstergesi. Söyleyene değil, söyletene bakın cümlesini sorana değil sordurtana bakın şekline dönüştürürsek bu daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor.
Bunlar toplumda herkeste olması gereken şeyler. Bilhassa Anadolu çocuklarında var. Ben Anadolu çocuğu olduğum için öyle çok duygulanıyorum, gururlanıyorum ki.
O zaman, buradan isterseniz Anadolu ahlakına, Anadolu irfanına geçelim. Sizinle ilgili olarak dikkatimizi çeken en önemli şey şahsınızda modern sanayi ile Anadolu ahlakı geleneğini güzel bir biçimde harmanlamanız. Evinizde hiçbir zaman ekmek atmamanız, torunlarınızın yarım bıraktığı ekmekleri toplayıp, naylona koyarak sabah kızarttırıp yemeniz bunun çok anlamlı bir örneği. Yine, gençliğinizde şoför olarak çalıştığınız ve soğuğun, sıcağın altında arabanın yanında birisini beklemenin ne kadar zor olduğunu bildiğiniz için şoför tutmak istememeniz de aynı ahlakın bir yansıması. Sizinle benzer bir biçimde ülkemizin en önemli işadamlarından rahmetli Sakıp Sabancı’nın da hiçbir zaman elektriği boş yere açık bırakmadığı biliyoruz. Sizin de sağlam halkalarından birisini oluşturduğunuz bu Anadolu ahlakı, Anadolu irfanı geleneğinin nasıl oluştuğunu düşünüyorsunuz? Anadolu kaplanlarının ticari felsefesinin temelinde paradan ziyade bu ahlak mı var?
Anadolu kaplanlığı; irfanıyla, örf ve adetleriyle, terbiyesiyle, ananesiyle, topluma bağlılığıyla komple bir tutumdur. Bunları birbirinden ayrıştıramazsınız. Bugün artık Türkiye ekonomisi belirli bir kitlenin elinde değil. Tabana yayıldı. Samsun’a da gitsen var, Antep’e de. Sadece İstanbul ve Ankara’yla sınırlı değil. Benim gençliğimde ekonomi dediğin zaman akla sadece İstanbul, İzmir, Ankara gelirdi. Hatta Anadolu’da bu işi yapan insanlar sırf ben bu işi Anadolu’da devam ettiremeyeceğim diyerek İstanbul’a taşınmak zorunda kalırdı. Ama şimdi öyle değil.
Aslına bakarsanız Karabük’ten Samsun’a gelirken benim işim, mesleğim için uygun, ideal bir şehir değildi Samsun. Ben Karadeniz kültürünü yaşamak ve çocuklarıma da bu kültürü yaşatmak adına buraya geldim. Bu kültürden kopmayalım diye. Ben mezarlıklarımı özellikle memleketim olan Of’ta, köye kurdum. Dedim ki çoluk çocuğum, torunlarım oraya sık sık gitsinler. Mezar bahanesiyle, o bu şu bahaneyle gelsinler gitsinler diye. Ben her sene yılda bir kere alıyorum, çoluk çocuk, torun torba gelinleri, gidiyoruz köyüme, üç gün beş gün, yiyoruz içiyoruz, konu komşuyu tanıyoruz geliyoruz. Bunu özellikle yapıyoruz. Benim yaşımdaki insanların yüzde sekseni böyle düşünür. Kişi eğer aslını inkâr etmemişse ve Anadolu çocuğuysa bu böyledir. Köyümün suyu çok iyi değildi, oraya su getirdik. Şimdi de güzel bir cami yaptırmaya çalışıyorum. Gittik, dolaştık, yerini belirledik kısa zamanda da tamamlanacak inşallah.
En büyük zevklerinizden birisinin sanayide durmak ve o havayı teneffüs etmek olduğunu söylüyorsunuz. “O havayı teneffüs etmek” ifadenizden işinizle olan bağınızın “ekonomik bir gerekçe”den ziyade adeta içinize işleyen “bir yaşam tarzı” haline geldiğini görüyoruz. Yanılıyor muyuz?
Yanılmıyorsunuz. Ben sanayide doğdum ve sanayide öleceğim. Ben sanayinin kirini de seviyorum, dumanını da. Daha on sene öncesine kadar, iş yerinden gelip çıkardığım pantolon muhakkak temizlikçiye giderdi, çünkü sanayinin her köşe bucağını gezdiğimden kir pas duman içinde kalırdı. Ben bu işi seviyorum. Aslına bakarsanız üretmeyi seviyorum. Ben paraya değil, paranın yapacağı işlere bakarım. Çalışmayı çok seviyorum. Sabahleyin buraya en erken gelen patron benim. Kaldı ki şunu da çok iyi biliyorum:
Bir: Hayatı sevmezseniz sizin başarı şansınız yoktur.
İki: Neyi seviyorsanız onu, o işi yapın.
Bütün yatırımlarınızı sektöründe boşluklar fark ettiğiniz alanlarda yaptığınızı söylüyorsunuz. Sizce “başarı öykünüz” büyük ölçüde bu boş alanları keskin bir biçimde görebilme yeteneğinizle mi alakalı?
Neyi üreteceğinizi iyi tespit edebilmek, boş alanları görebilmek başarılı olmak için çok önemli bir husus elbette. Ancak Türkiye kalkınmakta olan bir ülke olduğu ve bu anlamda çok çabuk değişen bir ülke olduğu için bu her zaman çok mümkün olmayabilir de. O yüzden on sene evvel attığınız bir adım bazen tutmayabilir. Ama yine de bunun önemi göz ardı edilemez. Yatırım yaparken, Samsun’da ne yok diyorum ve ona göre hareket ediyorum. Samsun’a liman yaptım bu yüzden yoksa denizi olmayan Karabük’te liman yapmak nerden aklıma gelirdi. Biraz talep biraz ihtiyaç. Zaten talep demek ihtiyaç demek, ihtiyacı talepler doğurur. Mesela, AVM yapmak pek benim kültürümle ilgili bir şey değildi. Orayı sırf Samsun’un taleplerine cevap verebilmek adına yaptırdım. Şimdi Samsunluların, Samsunlu öğrencilerin oturulabileceği çok güzel yerler var ama o zaman yoktu. İçinde yaşadığım şehrin, Samsun’un önemli bir talebine cevap vermek adına bu AVM’yi yapmak zorunda kaldım.
Kendi aracınızı kendinizin sürmenizin en büyük hobilerinizden biri olduğunu söylüyorsunuz. Bu anlamda size, “iş yaşantısı” ve “hobiler” üzerinden bir soru sormak istiyoruz. Hobiler edinmenin üretme ve tasarlama gücüne pozitif katkı sağlaması anlamında değerli hocamız Prof. Dr. Burhanettin Tatar’dan dinlediğimiz güzel bir anekdot vardır: Büyük bir şirket sahibi, oldukça yaratıcı projelere imza atan, ancak çalışma odasında yer alan küçük golf alanında geçirdiği vakitten rahatsız olduğu genel müdürünün işine son verir. Yerine ise gece gündüz hiç durmaksızın çalışan bir genel müdür almasına rağmen kısa zamanda şirketin büyük bir düşüşe geçtiğini fark eder. Bu durum karşısında işine son verdiği kişiyi yanına çağırtarak ona golf oynayarak geçirdiği onca vakte rağmen şirketle ilgili olarak gerçekleştirdiği projelerin başarısının sırrını sorar. Aldığı yanıt ilginçtir: “Ben golf oynarken aynı zamanda şirket için oluşturduğum yeni projelerle ilgili çeşitli stratejiler de geliştiriyor, olası tasarılar oluşturmaya da çalışıyordum.” Bu anekdot bağlamında, siz de iş adamlarının yoğun iş tempoları arasında sahip olmaları gereken hobileri olması gerektiğine inanıyor musunuz?
Hobi olarak araba kullanmayı çok severim, futbola da ilgim vardır. Güncel olarak hala takip ederim. Dünya Kupası maçlarını ilgiyle izliyorum mesela. Anlattığınız bu manidar anekdotu bir önceki sorunuzla ilişkilendirerek şunu söylemek isterim ki, ben “boş alanları görebilme yeteneğimi” hobim olan şoförlüğüme borçluyumdur. En az gittiğim yer Hakkari’dir. Oraya da en az 5 kere gitmişimdir.
Paranın, para kazanmanın insanlara faydalı olabilmek için bir araç olduğunu sık sık vurguluyorsunuz. Zaten çocuklarınıza vasiyetiniz de, istihdam ettirdiğiniz 5 bin işçi nüfusunu 10, 15 bine çıkarmaları imiş. Bilindiği gibi Necip Fazıl Kısakürek’in ünlü bir deyişi vardır. “İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur.” diye. Siz sanki vasiyetiniz ve para kazanmakla ilgili düşüncelerinizle “insanın kazandığı para” ve “paranın kazandığı insan”a bir yenisi daha ekliyorsunuz: “Parayla kazandırılan insan”. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Ben Allah’a hep şöyle dua ederim: “Bana verdiğin parayla başkalarına yardımcı olamayacaksam bana para verme.” Bana göre dünyada en zor meslek, bunu bir meslek olarak kabul edersek, zenginliktir. “Zenginlik”, dünyanın en zor mesleğidir. Fakirden kimsenin bir beklentisi yoktur.
Para, iyilik yapmanın iyi bir aracı olduğu için ben çok çalışmayı çok seviyorum. Para alayım da bankada dursun da onun için değil. Benim Samsun’da çalışan insan nüfusum 5 bin kişidir. Ben bunlardan haz duyuyorum. Bana işçi çalıştırmak zor gelmiyor, kolay geliyor. Hayatımda 1980 yılından beri hep sanayideyim. Sendikasız bir gün bile yaşamadım. Ve Karadeniz’in özel sektöründe sendikalı olan yalnızca benim. Niçin bunu yaptım biliyor musunuz? Sendika beni zorlamadı, zorlayamaz da zaten. Dedim ki yılsonu geldiği zaman işçi haklarını verebilme gücü sadece benim inisiyatifimde olmasın. Ben duyuyorum bazı yerlerde asgari ücretin altında çalıştırılan işçiler var. Peki, nereye gidecek bu işçiler sesini duyurmak için? Bu yüzden onlar adına konuşabileceğim biri olsun istedim. 1980’den beri özellikle istedim bunu. Bu hassasiyetimden dolayı bazıları bana iyi yoldasın derken bazıları da kötü yoldasın diyerek beni eleştirir. Allah hepsinden de razı olsun.
Haşmet Babaoğlu’nun zenginlikle ilgili çok hoş bir tanımı vardır. “Eskiden ertesi gün evinde yiyecek yemeği olan kişiye zengin denirdi. Şimdiyse…” Sizce bugünün insanlarının beklentileri çok mu fazla yükseldi? Hudutsuz ihtiyaçlar, tükenmeyen tüketme arzuları sarmış gibi sanki dört bir yanımızı. Ve size göre gerçek zenginlik tanımı nedir?
Bana göre kazandığınla insanlara faydalı olabilmektir zenginlik, benim felsefem budur. Az evvel de söyledim. Ben öyle dua ederim Allah’a hep. “Allah’ım bana verdiğin nimetlerle insanlara faydalı olamayacaksam bana verme onları. Bu parayı benim başıma bela etme. Benim düşmanlarımı çoğaltma.” diye. Hayatta herkes bir yeri dolduracak. Zengini de var fakiri de. Patronu da işçisi de. Profesörü de var, doçenti de doktoru da. Herkes aynı olamaz ki, hayat böyle bir şey. Hayat bir koleksiyondur.
Sağlık, spor, alışveriş merkezi gibi sosyal yaşamla ilgili alanlarda ülkenize birçok önemli katkınız olsa da sosyal sorululuk projeleriniz arasında en geniş yeri kapsayan kurum şüphesiz eğitim sektörü. Karabük’teki ilköğretim okulu, Trabzon Of’taki ilköğretim okulu ve kız öğrenci yurdu, Samsun’daki OMÜ Yeşilyurt Demir Çelik Meslek Yüksekokulu gibi pek çok okulun mimarısınız. Eğitim alanındaki sosyal sorumluluk projelerinizin bu denli geniş olmasının özel bir sebebi var mı? Lise birinci sınıfta eğitim hayatınıza son vermek zorunda oluşunuzla da irtibatlandırabilir miyiz bu durumu?
Ben milli eğitimi çok seviyorum. 2007’de Başbakan’ın “Eğitime Yüzde Yüz Destek” söylemi benim eğitime karşı olan ilgimi, heyecanımı başlatan cümle olmadı elbette. Ben eğitime hep önem verirdim. Ama bizim bildiğimiz bir şey vardı ki ibadet gizli olur, sevap gizli olur diye. Yine yardım ediyorduk, ama Başbakan’ın bu sözü benim için bir açılım oldu. Başbakan iyi bir başbakan diyerek onun dediğini yapma yoluna girdik yukarıda söylediğiniz okullarla ilgili olarak. Ayrıca, okumanın benim gözümde ekmek kapısı olmanın çok ötesinde bir anlamı vardır. Zira okumak, genel olarak bilinen ve kabul edilenin aksine ekmek kapısı değildir, buna inanmam da. Okumak kültür kapısıdır. Adam olma kapısıdır. Lise birinci sınıfta okuldan ayrıldığımda babamdan çok dayak yemişimdir. Ben de hem ailemin fertleri hem de ülkemin gençliği adına buna çok özen gösteriyorum. Şunu kabul etmek lazım, varlıklı ailelerin çocukları pek okumak istemezler. Ancak ben böyle düşünmüyor, çocuklarıma ve torunlarıma bunu öğütlüyorum. Büyük torunum ekonomi okuyor, ikinci oğlumun kızı ise iç mimarlık okuyor. Geçenlerde Of’da açtığımız liseye gittim ve dedim ki “kısa yoldan hayata atılmak isteyen varsa, liseyi bitirsin, “Yeşilyurt Meslek Yükseokulu”nu tercih etsin, okusun bitirsinler ben onları işe alacağım.”
Son olarak ünlü şair Attila İlhan’ın meşhur dizelerinden hareketle bir soru yöneltmek istiyoruz size. “Hevesim olsa param olmuyor, param olsa hevesim.” diyor bir şiirinde ünlü şair. Söyleşimiz boyunca da vurgulamaya çalıştığımız gibi mütevazı bir Anadolu yaşamının içinden geldiğiniz için sormak istiyoruz. Yaşamınızda hiç böylesi bir para\heves dengesizliği sorunu yaşadınız mı?
Buna ne diyelim, aynen öyle. Hani bazen deriz ya, insanlar dört dörtlük olamaz diye. Parayı buluyorsun hevesi bulamıyorsun, hevesi buluyorsun parayı bulamıyorsun. Mesela ben şimdi para buluyorum heves bulamıyorum. Nedir heves, parayı güzel yerlerde harcayabilmek de bir hevestir, ben harcayamıyorum ki. Akşam 5-6’da eve gidiyorum, oturuyorum balkona. Oysaki o parayı farklı bir biçimde değerlendirecek olan bir sürü hevesli genç mevcuttur. “İki yakası bir araya gelememek”, “dört dörtlük olamamak” deyimleriyle yorumlayabilirim belki de Attila İlhan’ın bu mısraını. Ne yaparsanız yapın dört dörtlük olamıyorsunuz. Biz bir aile olarak her şeyi kazandık. Şimdi iki tane kız kardeşim var ve ikisi de kanser. Biz altı ay önce bu amansız hastalıklar ortaya çıkana kadar dört dörtlüktük. Hastalık olduktan sonra belki düştük yarısına.
Siz böyle söyleyince Sakıp Sabancı’nın hasta çocuğuyla ilgili olarak söylediği şu etkileyici cümle geldi aklıma: “Türkiye’nin en iyi otomobillerini ben üretiyorum ama oğlum bu otomobillerden birini bile kullanamıyor.”
Bu da bu sözün açılımının güzel bir parçası. Sakıp Ağa dört dörtlük olamadı. Ben de öyle.
Saygıdeğer Cemal Yeşilyurt Beyefendi, vakit ayırıp hakkınızda merak ettiğimiz bazı soruları cevaplandırdığınız için kalbi şükranlarımızı sunuyoruz size.
Bir insan, kendi içinde olduğu şeyleri dışarıya döktükten sonra onun güzel şeyler veya kötü şeyler olduğunun çok da farkında değildir. Güzelseler ne mutlu bana. Beni dinleyerek bir şeyler aldıysanız ne mutlu size. Sorduğunuz sorulardan ziyade söyleşi metninizin cevaplarını çok beğendim. Çünkü o söyleşi soruları, sadece söyleşi soruları değil. Soru-cevap soruları. Soruların içinde cevapları da var. Soruların cevaplarını ise siz vermemişsiniz. Benim sağdan soldan söylediğim şeyleri derlemiş, güzel bir hale getirmişsiniz. Beni iyi tahlil etmişsiniz. Ben de teşekkür ediyorum.